Daha çok sıkılmak istiyorum
- Handeliko

- 6 Kas
- 6 dakikada okunur
Sıkılmak kelimesinin kendisi bile kulağa sıkıcı geliyor. Sıkılmak. İnsanın içinde boğucu ve katlanılmaz bir şey yaratıyor sıkılmak. O zaman ne yapmalıyız? Her fırsatta kaçmalıyız sıkılmaktan. Bir an bile teslim olmamalıyız ona.

Ben de sürekli olarak kaçıyorum sıkılmaktan. Hem de artık otomatikleşmiş bir refleksle, kıvrak bir şekilde, daha sıkıntının kendisi bile ortada yokken, hızla ve ustalıkla.
Çalışırken biraz işimden kopacak olsam hemen telefona sarılıyorum. Sokağa adımımı atar atmaz kulaklığımı takıp müzik dinliyorum. Yatmadan önce aman sıkıntı basmasın diye dizi izliyorum. Ev işlerini yaparken podcast dinliyorum. Elim her an telefonda. Azıcık bir şeyden hevesim kaçarsa hemen Instagram’ı açıp kaydırmaya başlıyorum. Bir şeyden başka bir şeye hızla geçiş yapıyorum ve aralarda neredeyse hiç boşluk, duraksama olmuyor.
Sıkılmanın dayanılmaz ağırlığını hissettim.
Böyle yaşadığımın az çok farkındaydım ama bu durumun bir saniye bile boşluk bırakmayacak kadar beni kuşattığını bilmiyordum. Geçen günlerde bir süre gerçekten sıkılmak denen şeyle uzun zaman sonra karşılaştım. Elimde telefonum, çantamda yakacak bir sigaram, karıştıracak defterlerim, kurcalanacak bir şeyim yoktu yanımda. Etrafımda ilgilenebileceğim, üzerine fikir üretebileceğim, kendi hayatımla hızlı bir bağlantı kurabileceğim bir ayrıntı da görünmüyordu. Kısa bir süreliğine, başka bir şeye geçiş yapamadan, olduğum yerde öylece oturmak zorunda kaldım. Bunu hiç beklemiyordum, aşırı-düşünme kaslarım bile donakaldı bu boşluğun ve sessizliğin karşısında. Düşüncelerim silikleşti ve içimde inanılmaz bir duygu, can sıkıntısının huzursuzluğu baş gösterdi bir anda.
Düşünmeye başladım.
O kadar rahatsız oldum, öyle dayanılmaz buldum ki bu boşluk ve hiçlikte salınma halini, sonrasında kendimi ve hiç boşluk bırakılmamış hayatımı düşünmeye başladım. İki dakika bir şey yapmadan duramıyordum. Sıkıldığımda dışarıdan bir şey yokmuş gibi dursa da içten içe resmen kaynıyordum. Ben zaten sıkıcı, anlamsız bulduğum günlük işlere de böyle bakıyordum. Sıkılmaktan öyle bir kaçıyordum ki hemen yeni bir şeylere hem de otomatikleşmiş bir şekilde, düşünmeden geçiş yapıyordum. Bir görevden bir başkasına atlaya atlaya çalışıyor, can sıkıcı işlerimi de böyle tamamlıyordum. Hayatın gerekli ama sıkıcı olan rutinlerini asgari düzeyde takip ediyordum. Sıkılmaya bir an bile tahammülüm kalmamıştı. Günlük eylemlerimin biri ile bir diğeri arasında bir an bile duraksama, bekleme ve boşluk yoktu.
Çocukken nasıldım diye düşündüm. Çocukken sınırlarımız çok daha dardır, yetişkinlere bağlı ve bağımlıyızdır. Canımızın istediğini yapamadığımız, her an istediğimiz şeye saldıramadığımız belli sınırlar içerisinde yaşarız. Bu yüzden sıkılmak kaçınılmaz olur çoğu zaman. O zamanlar nasıl olup da yaşıyordum bu duyguyla? Acaba hiç sıkılmıyordum da sıkılmayı ve onunla biraz olsun kalabilmeyi öğrenemedim mi? Hemen üşüştü çocukluk anılarım soruyu kendime sorduğum anda. Yok, cevap kesinlikle bu değil.
Çocukken çok sıkılırdım.
“Çok sıkıldım.” derdim belki de her gün. O kadar çok sıkılırdım ki sıkılmaktan her Allah'ın günü içim şişerdi. Günün mutlaka bir anında gelir beni bulurdu. Arkadaşlarımla oyun oynarken bile orta yerinde sıkıldığım ve bırakmak istediğim olurdu. Hayatımın doğal ve rutin bir parçasıydı sıkılmak. Bazen sıkıntıdan tam anlamıyla patlayacak gibi oluyordum. Yaşadığımız şehirden annemle babamın memleketine gittiğimiz uzun araba yolculukları geliyor da aklıma; Allah'ım, bir insan en fazla ne kadar sıkılabilirse işte o kadar sıkılıyordum. Sıkılmaya dair çok net çocukluk anılarım var.
O zamanlar nasıl yaşıyordum bununla diye düşündüm.
Öncelikle büyük bir çaresizlik anı gibi hissettiriyordu bana sıkılma anları. Seçeneklerin olmadığı yeni bir evrene bir anda geçiş yapmışım gibi. Sonra zihnim aç köpekler gibi karnını doyuracak bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Beynim de gözlerim de fıldır fıldır oluyordu. Etrafımı tarıyordum, ne yapabilirim, neyden ne çıkarıp da eğlenebilirim diye. Zihnimi tarıyordum, bir şeyler bulmaya çalışıyordum içeride sıkıntımı geçirebilmek için. Ne yapacağımı bilemezdim ama her seferinde o bilinmezlikten bir şey doğardı. Bir anda içimde bir şeyleri yoktan var edebilecek bir güç fışkırıyordu ve buluyordum her seferinde yolumu.
Çok fazla deney yaptığımı hatırlıyorum, günlük eşyaları farklı şekillerde kullandığımı, hayali konuşmalar yaptığımı, oyunları dönüştürdüğümü, kendimle ilgili düşündüğümü hatırlıyorum. Bir dönüştürme, üretme, yaratma süreciydi her sıkıldığım an benim için. Yeni bağlantılar kurma, farklı şeyler düşünme, keşfetme, konfor alanından çıkma, deneme, yanılma, kendine bakma... Ne varsa sıkıldığımdan oluyordu çocukluğumda. Şimdi düşündüğümde anlıyorum ki o sıkılma anlarında sadece yeni bir şeyler bulmuyordum, kendimi de tanıyordum aslında. Bu yüzden çocukluktaki bu sıkılmalarımı daha iyi anlamaya çalıştım.
Sıkılmak ve çocukluk
Psikanalist ve yazar Adam Philips, Sıkılma Üzerine isimli makalesinde çocukluktaki bu sıkılmalarımızdan bahsediyor. Sıkılınca sorulan o "Şimdi ne yapacağız?" sorusunun varoluşsal bir soru olduğunu söyleyerek çocukluktaki sıkılmalarımız hakkında şunları diyor:
“Çocuklar kahin değildirler, ancak ısrarla o en önemli varoluşsal soruyu sorarlar: “Şimdi ne yapacağız?” Her yetişkin, birçok şeyin yanı sıra, çocuklukta yaşanan büyük can sıkıntısını hatırlar. Her çocuğun yaşamı, sıkıntı nöbetleriyle kesintiye uğramıştır; ki bu sıkıntı nöbetleri bir şeylerin başlatıldığı ancak hiçbir şeyin gerçekleşmediği o donuk beklenti durumunu, isteklerin en saçma ve paradoksal olanını, yani arzu isteğini içeren genel huzursuzluk halini ifade eder.”
Philips'e göre sıkılmak bir boşluk ya da tembellik hali değildir. Tam tersi "bir şey yapmadan var olabilme" kapasitesinin sınandığı bir ara duraktır. Çocuk; geleceği göremediği için, çocukluğun temel özelliklerinden biri belirsizlik olduğu için, sıkılma halinden sonra ne geleceğini bilemez. Huzursuz olur. Bu donuk beklenti; içinde merak, arzu ve keşif taşıyan, henüz eyleme dönüşmemiş bir zihinsel hazırlık halidir. Yani sıkılmak, görünüşte hiçbir şey olmuyormuş gibi görünse de aslında içsel bir oluş sürecidir. İnsan bu bekleyiş anlarında, hem kendi arzularını hem de iç dünyasının nereye yöneldiğini fark eder. Philips bunu da yine aynı makalede şu cümleyle açıklıyor:
“Sıkıntı, kişinin kendisine zaman tanıma sürecinin bir parçasıdır.”
Sıkılmanın yarattığı bu ara duraklar sayesinde dışarıdan gelen taleplerin, görevlerin, seslerin çekildiği bu sessizlikte, insan neyi gerçekten arzuladığını, neyin kendi içinden geldiğini fark etmeye başlıyor. Bu da Winnicott'un tabiriyle kişinin arzularının doğal akışını duymasını mümkün kılıyor. Kendini tanımasını, anlamasını ve bu akışa göre yaşamasını sağlıyor.
İnsanın kafasındaki sesler hiç bitmeyen kaotik bir orkestra gibi olunca, düşünmek de epey yorucu oluyor bazen. Bu yüzden kendi iç sesini bile sürekli susturan bu düzende yaşamak bu gürültüyü biraz bastırıyor. Ama böyle yaşamaya devam ettikçe, insan bu sefer kendinden uzaklaşma riskiyle karşı karşıya kalıyor. Kendi düşüncelerini düzenlemek, duygularını doğru bir şekilde algılayıp isimlendirmek, hedeflerini ve ideallerini gerçekten kendisine uygun bir şekilde belirlemek zorlaşıyor. Sürekli bir uyaran bombardımanıyla yaşayıp kendini susturarak yaşamanın sonucunda insan sadece dopamin eşiği yükselmiyor; aynı zamanda kendine yabancılaşmaya da başlıyor.
Çocukluğumda yaptığım (ya da yapmak zorunda kaldığım şeyi) yapmıyor; sıkılmıyor ve sonucunda da kendime hiç zaman tanımıyordum. Kendi isteklerimi, meraklarımı duyabilmek için sıkılmakla oluşan ara duraklara ihtiyacım vardı aslında ama ben yıllardır bunun oluşmasına izin bile vermiyordum.
Çok düşünüyordum ama çok da bastırıyordum zihnimdeki düşünceleri ve sesleri. Dış uyaranları arkası arkası sıralayarak ve hiç sıkılmadan zamanımı geçirerek yapıyordum bunu da.
Anlamın ortaya çıkması
Martin Heidegger sıkılmakla ilgili şöyle diyor:
“Sıkılmanın ikinci türünün (bir şeyden sıkılmak) daha derin biçimlerinde, sıkılan kişinin varoluşu kelimenin tam anlamıyla “ölü zaman” aralığına dönüşür. … Ancak doğru biçimde bakıldığında, sıkılmak insan varoluşunun açmazlarına dair bazı unsurları ortaya çıkarabilir.”
Heidegger'a göre (tanımladığı 3 sıkılma türünden biri olan) derin sıkılma halinde sadece yapacak bir şeyimiz kalmadığından değil, anlam resmen dünyadan çekildiği için derin bir sıkılma hali yaşarız. Ama ona göre bu bir fırsattır. Varlığın kendisini, sadece kendisini duymak ve anlamı doğru bir şekilde keşfetmek için.
Benim için sıkılmanın anlamının ortaya çıkışı bile sıkıldığım bir an üstüne düşündüğüm için oldu. Sadece buradan yola çıkarak kendimle ilgili aslında bildiğim ama hangi seviyelere vardığını düşünmediğim önemli bir sorun üstüne düşünmeye başladım. Sıkılmadan yaşamanın, her anını bir şeyler, zihnini sürekli uyaranlarla doldurmanın sonuçlarını düşündüm bir süre. Sıkılma becerilerimin ne kadar zayıfladığını fark ettim. Sıkılmakla ilgili okudum ve araştırdım.
Bir gün gerçek anlamda sıkıldım ve o an benim için yeni bir anlam, sıkılma duygusunun anlamı çıktı ortaya. Bir anda değişip dönüşecek bir şey olmasa da bir anlık sıkılmayla yeni bir anlam keşfettim hayatta.
Kendinle yeniden bağ kurmak
Psikiyatrist ve yazar Anna Lempke, Dopamin Ulusu kitabında sıkılmanın ne gibi bir etkisi olduğuna dair çok güzel bir açıklama yapıyor. Genç bir üniversite öğrencisi, depresyondan ve anksiyeteden muzdarip, Lembke’ye geliyor. Konuşmalarında danışanının sürekli Youtube, Instagram, Facebook, Spotify gibi mecralarda vakit geçirdiğini söylemesi Lembke’nin dikkatini çekiyor. Danışanına, bir süre derslerine yürüyerek giderken hiçbir şey dinlememesini tavsiye ediyor. “Bunu niye yapayım ki?” gibi anlamaya çalışır bir şekilde soran danışanına psikiyatristin cevabı şöyle:
Bu, kendini tanımanın bir yolu. Deneyimlerinin akmasına, onları kontrol etmeye ya da onlardan kaçmaya çalışmadan izin vermenin bir biçimi. Belki de sürekli telefon, bilgisayar gibi şeylerle kendini oyalaman; farkında olmadan depresyonuna ve kaygına katkıda bulunuyor. İnsanın kendisinden durmaksızın kaçması gerçekten de çok yorucu. Belki de kendini farklı bir biçimde deneyimlemek, seni yeni düşünce ve duygularla buluşturabilir; kendinle, başkalarıyla ve dünyayla yeniden bir bağ kurmana yardımcı olabilir.
Danışanı, direkt bunun çok sıkıcı olduğunu söylüyor. Yazar, bu kez şöyle bir cevap veriyor.
Evet, bu doğru. Sıkılmak sadece sıkıcı değildir; aynı zamanda ürkütücü de olabilir. Bizi, anlam ve amaç gibi daha büyük sorularla yüzleşmeye zorlar. Ama sıkılmak aynı zamanda keşif ve buluş için bir fırsattır. Yeni bir düşüncenin doğabilmesi için gerekli alanı yaratır. Bu alan olmadan, yaşadığımız deneyimin içinde olmayı kendimize izin vermek yerine, çevremizdeki uyarıcılara durmaksızın tepki veririz.
Sıkılmak, kasvetli ve boğucu hissinin arkasında bizi kendimizle daha derin bir yerde karşılaşmaya çağıran, paralel bir evrenden açılmış bir portal gibi çalışıyor. Daha çok sıkıldıkça kendimizle daha çok karşılaşıyoruz. Zihinsel uyaranlar azaldıkça ve sadece kendimizle kalmayı başardıkça daha derin içsel bağlar kuruyoruz. Zihnimiz çok daha esnek ve yaratıcı bir şekilde çalışıyor. Hedeflerimiz daha isabetli hale geliyor. Benlik algımız güçleniyor. Ve daha bir sürü şey.
Yani mesele aslında sıkılmak değil, sıkılmaktan kaçmak için kurduğumuz o devasa gürültü. Pascal’ın dediği de tam bu:
İnsanlığın tüm sorunları, insanın bir odada tek başına sessizce oturamamasından kaynaklanır.
Sıkılmanın üstümüzde düşündüğümüzden çok daha fazla etkisi var. Ve biz her gün biraz daha hayatlarımızdan uzaklaştırıyoruz. Sıkılmak bizden uzaklaştıkça, biz de aslında kendimizden uzaklaşıyoruz.
Ben de bu yüzden, daha çok sıkılmak istiyorum bundan sonra hayatımda. Normalde sıkıcı bulduğum şeylere daha çok zaman ayırmak, sonuna kadar bunları sürdürebilmek ve hatta hiçbir şey yapmadan sıkılarak oturmak istiyorum.
Daha fazla sıkılmak istiyorum.




Yorumlar